NİÇİN “GİZLİLİK” ?

Çok değerli bilgiler içeren kitaplarını Türk okuruna peşpeşe sunduğu halde ortaya çıkmayı sevmeyen Aiberg'in, “gizli” kalmayı tercih edişindeki ipuçlarını aşağıdaki yazısında bulmamız mümkün. Sözü tekrar Aiberg’e bırakıyoruz:

“Gizleniyorum; çünkü, toplumu, insanlığı seviyorum; ancak, tek tek insanlardan gizleneyim istiyorum, ama gizlenemiyorum. Yine de tanımadığım birileri bana geliyor, bilimle tebliğ alıyor ve “gerçeği bulmanın” huzuru ile monoton yaşamlarının bir anda değiştiğini söylüyorlar. Ancak, ben değişmiyorum, yine aynı kalıyorum. Çevresine yararı dokunan, ancak kendisine yararsız biriyim. “Bir zümre dışında” bu yararlı tebliğleri veremiyeceğim kimse yok. Örneğin, bir rahibi 80 günde Müslüman yapabilmeyi başardım; ama 23 yıldır hiç bir klasik mümini, taassup ve cehaletten kurtarıp, yeniden yapılanmaya ve açıklığa çağıramadığım gibi, bir de bunun üstüne, “zındık”, “Deccal” ve “şeytan” olduğum iftirasını yemem de yanıma kar kaldı. Meydan onların ya, bu yüzden klasik müminlerden gizleniyorum. Bu gizlenmenin meşruluğu, “Sen cahillerden yüz çevir” ayetinden dolayıdır. Bu gizlilik, asla devekuşunun başını kuma sokması gibi, ya da yasadışı bir örgüte veya art niyetlere dönük bir gizlenme değildir. Bu gizlilik, bilim yoluyla sırrına erdiğimiz “Allah misallerini”, Allah korkusu ile anlayacak tek merci olan “alimlik kurumunun” tefekkür inzivasıdır. Bu yüzden, yüzlerce Batılı Müslüman bilgini, hatta altı milyon Batılı Müslüman’ı bu gibi klasik dini çevrelerde göremezsiniz, onları tanıyamazsınız. Bu da gizliliğin bir başka yüzü. Kaldı ki, “Cahillerden yüz çevirmemizi” isteyen Allah’ın bu buyruğunu, Bağdadi’nin, “Cahil ve taassupta olan dindaşlarınızdan yolunuzu ayırın” biçiminde vasiyet ettiğini unutmamalıyız.

Nasıl olur da dindaşlar biribirinden böyle ayrılır? Batılı olarak, hem Doğulu’dan gizli kalıyoruz, hem de (çoğumuz gizli Müslüman olduğumuz için) Batı’dan da gizleniyoruz. Bu gizliliğin üç nedeni var: Birincisi, “Batılı Müslüman” olmamız nedeniyle gayrimüslimlere uygulanan ambargo. İkincisi, aramızdaki gizemci ve özel kişilerin (“Tesla”, “Jessup” gibi bilginlerin) saklı bulunma zorunluluğu. Üçüncüsü ve en önemlisi ise, Halidi-Batı Ekolü’nün, “Ben yok, biz varız” ilkesi. Zira, “Zig-Zag” başlığı dışında, hiç birimiz kendimizi ortaya koyamayız. Bunun da nedenleri var: İlki, Hazreti Hızır gibi, onun sırrını verdiği Bağdadi gibi, “Varken yok olmak”; ancak tarihin ve geleceğin kilit noktalarında “kilit görevi” yapmak. İkincisi, çok sayıda suikaste, intihar süsü verilmiş tertiplere açık olmamızdır. Örneğin, şimdiye kadar, aramızdan, roket ve atom bilgini ve teorik bilimci olarak 126 kişiyi “kaybetmiş” bulunuyoruz. Üçüncü bir neden de, “geleceğe ilişkin” yatırım görevlerimizdir. Gelecekte, Zig-Zag Grubu’nun başarıları ve bulgularına, kötü niyetli bilimcilerin konmaması, kendilerine mal etmemesi için de zorunlu olarak gizliliği tercih etmekteyiz.

İlmimizi, kitaplarımızı, tebliğlerimizi ve öğretimizi, klasik, oriyantal ve “aykırı” müminler kesinlikle anlayamayacaklardır. Siz sevgideğer okurlarım! Bu sırları kısmen bilmenize karşın, asıl okurlar “gelecekteki kuşaklar” olacaktır. Öğretimizin amacı, geleceğin Müslümanı’nı şimdiden bilgilendirip bilinçlendirmek, bilimde ve ümmetler yarışında öne geçirmektir.

Bunların yanısıra, en büyük amacımız, “Hazreti Mehdi”ye taraftar olanlara veya düşman olanlara, “yol ayrımındaki” son uyarıyı yapmaktır. Gelecekteki okurlar, gerçek müminlerle, cahil ve yobaz, bir anlamda “aykırı” mümin dindaşlarımız arasında çıkacak olan “iç savaşın” belirtilerini gördüklerinde, süfyanistlere karşı daha çok taraftar bulmayı amaçladığımızı anlayacaklardır. Burada, Şura Suresi’nin 14. ayetini anımsamadan geçemeyiz:

“Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden fıkralara bölündüler. Eğer, Rabb’inden, belli bir süreye kadar erteleme sözü gelmiş olmasaydı, aralarındaki iş mutlaka bitirilirdi.”

Hızır Tezkiresi’nde, Hazreti Mehdi’ye kadar “üç süfyaninin” çıkacağı yazılıdır. Birinci süfyani öldüğünde kefeninin paramparça edileceği, evinin mabed haline getirileceği zikredilmiştir. İlk süfyaninin ölümünün ardından, ikincisinin, Şam’dan çıkacak bir “Fatimi Emiri” olacağı belirtilmiştir. Bundan sonra, beklenen asıl süfyaninin ise, “Kaim” adıyla Hazreti Mehdi ile birlikte ortaya çıkacağı zikredilmiştir.

Zig-Zag Öğretisi, süfyani ile Hazreti Mehdi’yi karşı karşıya getirecek olan yol ayrımında, müminlerin “ilk ve son kez olarak” hangi safta olduklarının belirlenmesi için yazılmıştır. Yani, kritik bir dönemdeyiz. Eserlerimin amacı, öğrencilere ve meslektaşlarıma ihtisas vermekten öte, her Müslüman’ı en üst düzeyde bilgilendirmektir. Beklenen randımanı, şimdiki kuşaklardan tam olarak alamasak bile, gelecek kuşaklar için başarma vaadini “hadislerden” almış bulunuyoruz. “Gelecek” bizimdir.

Gelecekte, burada okuyup geçtiğimiz, örneğin “Nur” termodinamiği, sonsuz özenerji, cin-melek gibi konular, fizik dersi kapsamında okutulacak, ders kitaplarına resmi bilim olarak girecektir (K44, K53, K63, K82, K87, K88, K96). Burada sunduğumuz teoremler, geleceği şekillendirecektir. Bu arada, bizler de, eserleri ölümlerinden sonra değer kazanan ressamlar gibi, gelip geçeceğiz bu Dünya’dan.

Bizler, “Ben” olarak Dünya’ya kazık çakmaya gelmedik, ün peşinde değiliz. Görevimiz, “geleceğe” ve şimdiye yöneliktir. Zig-Zag Öğretisi olarak, “Biz”ler, Müslümanlığı bilimle nurlandırmak ve İslamiyet’i yeniden, ümmetler yarışında öne geçirmek amacını güdüyoruz. İslam ülkeleri, bilim ve teknolojiye gereken önemi verip yatırımlarını o yönde yapsalar, bunu başarmak hiç de zor olmayacaktır. Biz Müslüman bilginler, istemez miydik, başkaları için gönülsüz yaptığımız bu kadar buluşu, bir Müslüman ülkede, gönüllü ve gizlenmeden, özgürce yapabilmek. Ancak, İslam ülkelerinin hiç birinde o teknoloji ve altyapı olmadığından, bugün yüzlerce Zig-Zag mensubu, istemeden başka ülkeler için çalışmakta ve o ülkeleri zengin etmektedirler.

Bu konuda kendimden örnek vermek isterim: NASA’ya, “uzay mutfağı” konusunda çalışmalarda bulunmak üzere katıldığımda, henüz çiçeği burnunda bir mühendistim. Amacımız, uzay araçlarındaki mutfak sorununa pratik çareler bulmaktı. Bu çalışmalarda bazı önemli buluşlarım oldu. Örneğin, mikrodalga kökenli, alevsiz ve çok çabuk yemek pişiren fırın; “Teflon” ve “Teflin-2” maddeleri; petrolden elde edilen ve içilse bile hiç bir zararı dokunmayan “etoksilat deterjan” ve diğer bazı buluşlar. Bu buluşlarda adımın geçmesi bir yana, bugünkü hukuk anlayışı, “Yasal olarak maaş karşılığı bunları sattığınızı ve hiç bir hakkınızın kalmadığını” söylüyor. Oysa, genel hukuk anlayışı, mucitlerin patent hakkı alması esasına dayanır. Halbuki, bugünkü mucitler, dev laboratuvarlardaki güruhlar içersinde ismen de yok ediliyorlar. Değil patent hakkı olarak 1 dolar kazanmak, üstüne üstlük, benim gibi, bulduğunuz Teflon tavayı, kendi paranızla satın alıyorsunuz.  

NASA’daki bu buluşların saklanmasının nedenini, o zamanlar haklı buluyordum. Çünkü, rakip tarafın eline bu sırların geçmemesi gerekiyordu. Uzay, o yıllarda bir yarış konusuydu. Yani, uzay mutfağı bir devlet sırrıydı. Ancak, NASA’nın gerçekte kime hizmet ettiğini çok geçmeden anladım. Örneğin, insan bünyesine çok zararlı etkileri olan deterjanlar arasında, bir bebeğe bile içirilse zararlı etkisi “0” olan “etoksilat” asla bir devlet sırrı olmamalıydı. Fakat gerçekler acıydı: Dünya’daki deterjan patronları öncelikle ellerindeki zararlı stokları piyasaya sürdüler. Stoklar bitince, bu kez, o malzemenin biraz daha ehven-i şeri olan “LAB” ortaya konuldu ve kırk yıldır bilinen bu madde, yeni bir ürünmüş gibi piyasaya sürüldü. Herhalde 2000’li yıllarda, 1973 yılında bulmuş olduğum bu maddeye sıra gelecek (Çünkü bunun hammaddesi diğerlerininki gibi ucuz değil).

Kendi buluşlarımı, bir gün parayla satın almak zorunda kalmakla birlikte, kendimi, hiç bir zaman o sermaye çevresine satmadım. Çünkü, bu gibi buluşların, insanlık aleyhine nasıl istismar edildiğine tanık olmuştum. Müslüman ülkelerden de hiç bir destek görmediğim için, yoksul, fakat onurumla yaşadım. Çok sıkıntıya düştüğüm günlerde, gazinolarda gitarist olarak çalışıp karnımı doyurduğum da oldu. Ama asla ABD’deki lüks villaları düşünmedim; Batı dünyasının süper imkanlarına sırt çevirdim; uşak değil, özgür ve dinimin eri olmayı ilke edindim. Ne zenginlerin kapısını çaldım, ne de belli bir din çevresinde göründüm. Müslüman ülkelerdeki bilim çevresi ile bile (Profesör Abdus Salam ile olan mesai arkadaşlığımızın dışında) bir temasım olmadı. Sadece son iki yıldır, kitaplarım dolayısıyla tanışma ortamı bulduğum bilim adamı gerçek dostlarım var.

Kitaplarımın “gizlilik” içeren bir başka amacı da “Allah rızası” için kaleme alınmış olmasıdır. “Allah rızası”na, kişisel duygular, gerçek dışı abartılar asla katılamaz. Allah’ın rızası, kendi varlığı için değil, insanlık varlığının bilgilendirilmesi doğrultusundadır. Allah, insanlığa yararlı olandan hoşnuttur. Ben, fantastik, sansasyonel bir yazar değilim. Tam tersine, yazdıklarımın idrakine son derece vakıfım ve kritik durumumum bilincindeyim.  

“Gelecekteki” okurlarım, bütün yazdıklarımızın, pozitif-resmi bilim çerçevesine oturtulduğunu, “Planck”ın (S36) 1900 yılındaki noktasal “kuant”larının, 2000’li yıllarda bir “Evren Kürsüsü” modeline ulaştırıldığını göreceklerdir. Bu başarının nedeni, ayetler, hadisler, tezkireler ve “KMA” mektupları gibi “kapalı devre” yayınlardır. Kur’an “misalleri” ve geleceği tasvir eden tüm hadisler birer “kapalı yayın”dır. Kur’an-Bilim ortaklığını amaç edinen Zig-Zag Öğretisi, (resmi bilimin asla erişemiyeceği) geleceğin bilimini (K87, K88) kurmaktadır. Bunun için, ana ders kitabı olarak bellediğimiz Kur’an’daki sembolleri, tezkireler ve KMA Mektupları yardımıyla deşifre ederek bu bilimin temelini atmaktayız.     

Gelecekteki okurum, bu öğretiyi tam olarak kavramış (belki de bana gönülden bir Fatiha okumayı akıl edecek) düzeyde olacaktır. Biz, en azından, “ulu bir ağacın” fidanını ekiyoruz. O fidanın altında “gölgelenmek” gelecektekilere kalıyor. Ta-Ha Suresi’nin 114. Ayetinin, “Rabbim ilmimi arttır” duası ile benim kitaplarımı okuyanlar, bir gün, Dünya’daki resmi bilimin “çok çok ilersinde” olduklarını hayretle göreceklerdir. Size, “Peşimden gelin” demiyorum, “Gerçeğin peşinden gidin” diyorum. O zaman, orada, buluşmuş olacağız.”